POV: Tanrısal
2 gün sonra
Sarp, Can ve Dora; Mina'yı ziyarete gelmişlerdi. Mina ameliyattan 3 saat sonra uyanmıştı, yani bu, arkadaşlarının ilk ziyaret edişleri değildi.
"Hadi Mina, aç ağzını!" dedi Dora.
"O iğrenç çorbayı hayatta içmem. Uzak tutun benden."
"Ama kızım, yemen lazım. Bak ilaç bu." dedi Mina'nın babası Elliot.
"Kokuyor baba! Doktorun tavsiye edip etmediğiyle gram ilgilenmiyorum, asla ilik çorbası içmem."
Dora ve Can aralarında anlaşmışçasına bakıştılar ve Can, Mina'nın burnunu kaparken Dora da kaşığı ağzına soktu.
"Mhmhmmm!"
"Yut şunu, yeter artık!"
Mina zorla çorbayı yuttuktan sonra dilini çıkardı: "Öğk!"
"Bir kaşık daha!" dedi Elliot.
"Şuraya kusmamı istemiyorsanız ısrar etmeyin artık."
"Mina, omzundaki kemiklerin kaynaşması için bu gerekli, hadi!" dedi Dora.
"Offff! Olmaz dedim ya! İlaçlarımı alıyorum, yetmez mi?"
"Şifa, şifa. Omega 5." dedi Sarp şakacı bir şekilde.
"Eksik kalsın o şifa."
"Ahh, mümkün değil!" dedi Can elini alnına koyarak.
"Siz bana çorba içirmeyi bırakın da söyleyin, Marin hâlâ uyanmadı mı?"
"Uyanmadı. Ameliyatı iyi geçmişti ama hâlâ ne olur ne olmaz diye yoğun bakımda tutuyorlar." dedi Dora.
"Anladım." dedi Mina üzgün bir şekilde.
"Hoop! Aç ağzını!" dedi Dora, Mina'nın ağzına kaşığı dayayarak.
"Hayı- mhmhmhmhm!"
"Şişirme yanaklarını, yut yine."
Mina ters ters baktı, sonra çaresizce çorbayı yuttu.
***
POV: Marin
Gözlerimi bembeyaz bir yerde açtım. Hâlâ yaşıyor muydum?
Tatlı bir ses duydum.
"Marin... Şükürler olsun yine sana ulaşabildim."
Yerimde doğruldum ve sesin geldiği yere baktım. Annem tam karşımdaydı.
"Canım kızım... Yine başına bir şey gelmiş. Eğer yapabilseydim, sana zarar veren herkesi yok ederdim."
Eliyle yanağımı okşadığı anda gözlerim doldu.
"Anne!"
Hemen boynuna atıldım. O da bana sıkıca sarıldı.
"Anne, gitme! Seni çok özledim, gitme!"
"Ben de seni çok özledim canım. Sizleri çok özledim. Ama fazla vaktim yok. Mortana'nın dünyasından gerçek dünyayla bağlantı kurmak çok zor. Özel gücümü sen rüya görürken bile kullanamıyorum. Yalnızca ölüme yaklaştığında kullanabiliyorum. Baygınlık hallerinde yani."
"Çünkü bu haldeyken Mortana'nın dünyasına daha fazla yaklaşıyorum, değil mi?"
"Evet kızım. Ama acele etmem lazım. Sana söylemem gereken bir şey var. Geçen söyleyemedim."
"Gizli mavi aslında... demiştin ve sonra kaybolmuştun."
"Lanetli."
"Ne?"
"Gizli mavi kristali lanetli bir kristal ve o kristal babanda."
"Anne, sen ciddi misin? Herkesin uğruna savaştığı kutsal kristal nasıl lanetli olabilir? Kim tarafından?"
"Tanrı Chaon o kristali lanetledi. Benim ölme sebebim o kristale dokunmamdı. Ama baban ölmedi çünkü ben kristalin lanetinin bir bölümünü çoktan almıştım."
"Bu böyle azalan bir şey mi? Babam da mı dokundu? Ona ne yaptı?"
"Babanın depresyon sebebi bu kristal. Çünkü o kristal şu an..."
Annem tam söyleyecekken kayboldu.
"Anne, anne! Dur bekle, gitme! Yalvarırım gitme!"
Yine bağlantım kopmuştu. Öğrendiğim bu gerçeklerle kalakalmıştım. Üstelik tekrardan onu sonsuza dek kaybetmiştim. Bir daha ne zaman görebilirdim onu?
Gözlerimden yaşlar süzüldü, ağlamaya başladım.
"Anne, gitme, sana ihtiyacım var! Anne, lütfen..."
Birden bulunduğum beyaz ortam kararmaya başladı.
"Dur, hayır... hayır!"
O sırada gözlerimi açtım. Sanırım dünyaya geri dönmüştüm. Mavi-turkuaz renklerde bir odadaydım, fazla ışık da yoktu. Hastanedeki bir yoğun bakım odasına benziyordu. Kafamı sağa çevirdiğimde büyük bir cam gördüm. Büyük bir kalabalık gördüm, kimisi ayakta kimisi de sandalyelerde düşünceli bir şekilde oturuyordu.
Biraz daha dikkat edince ayakta duranların Martin, Max ve Lina olduğunu fark ettim. Oturanlardan biri de Sarp'tı, bir anlık kafasını kaldırdı ve beni fark etti. Fark eder etmez yerinden fırladı, sesini duyamasam da ağız hareketlerinden "Marin!" dediğini anladım.
Sarp'ın kalkmasıyla diğer herkes yerinden fırladı ve camın önüne geldiler. Martin ve Max çok heyecanlanmış ve mutlu olmuş gözüküyorlardı. Hemen içeri girmeye çalıştılar, o sırada Dora, Lina, Leon ve Can da cama yapışıp bana baktılar. Lina ve Dora birbirlerine sarıldılar; Can, Sarp'ın omzunu sıvazladı.
Hemem ardından arkada mavi önlüklü bir hemşirenin içeri girmek üzere koştuğunu gördüm.
Hemşire yanında doktoru da getirmişti. İçeri girdiler, doktor birkaç kontrol yaptı ve sonrasında beni birazdan normal odaya alacağını söyledi.
Ama öncesinde Max ve Martin içeri girdiler. Koşarak yanıma geldiler.
"Marin!" dedi ikisi de.
"Marin, kardeşim, nasılsın?" dedi Martin.
Çok endişelenmiş gözüküyorlardı. Ama bu geçici miydi?
"Çok mu endişelendiniz?" dedim.
"Endişelenmek mi... Sana bir şey olacak diye öldük dirildik burada! Basit bir endişelenme değil bu." dedi Martin bağırarak.
"Martin, bağırma. Doktor bizi dışarı atmasın, zaten zar zor ikna ettik ikimiz birden içeri girelim diye." dedi Max.
"Tamam ama, kardeşim uyandı burada. Bir an hiç uyanmayacak sandım."
"Uyandım işte. Ne fark etti? Eve gidince yine benim varlığımı unutursunuz."
Martin elimi tuttu.
"Saçmalama Marin! Bir daha asla böyle bir aptallık yapmayacağım. Sen de yapmayacaksın, değil mi abi?"
Max başını onaylarcasına salladı. "Çok üzgünüm Marin... Bundan sonra her şey farklı olacak, sana ve Martin'e söz veriyorum."
"İnandırıcı gelmiyor."
"Marin, yoğun bakımda bile bize trip atıyorsun." dedi Martin sesini titreterek.
"Gerçekten Marin! Ne kadar üzüldüğümüzü görmüyor musun?" diye arka çıktı Max.
Gözlerim Martin'in tuttuğu elime kaydı. Martin'in eli titriyordu.
"Geçen seferki çatışmada da hastanelik olmuştum ve yine aynı şekilde endişelenmiştiniz. Sonra hiçbir şey olmamış gibi beni görmezden gelmeye devam ettiniz."
"Hayır, bir daha olmayacak! Söz veriyorum." dedi Martin.
Gözlerim doldu.
"Beni bırakmayın... Şu durumda bile düşündüğüm tek şey sizsiniz. Sizle beraber olmak, bana tekrardan sırtınızı dönmemeniz."
Ağlamaya başladım, ama tam göğsümün ortası acımaya başladı.
"Ahh!" dedim göğsüme elimi koyarak.
Max telaşlandı: "Ne oldu, acıyor mu? Zorlama kendini sakın."
"Marin, sakın böyle şeyler söyleme. Sana sırtımı bir daha dönmem, asla yapmam." dedi Martin gözleri dolarak.
Farkında olmadan elimi daha da sıktı.
Max eliyle gözyaşlarımı sildi.
"Artık ağlama ve bunları düşünme. Biz buradayız."
Ağlamamam mümkün değildi, daha da gözlerim doldu ve ister istemez yanağımdan aktılar.
"Üzülme, bunlar arkası boş sözler değil." dedi Max.
"Dersimizi aldık. Yalnız değilsin, abilerin yanında."
O sırada doktor içeri girdi.
"Hastayı yormayın dememiş miydim? Neden ağlatıyorsunuz kızı? Süre doldu, hadi çıkın."
"H-hayır, onlar ağlatmadı, ben ağladım-"
"Tamam, kendinize yüklenmemeniz lazım şu an."
Martin ve Max'e döndü.
"Siz de daha fazla dikilmeyin hastanın başında."
Martin ve Max, öğretmenden azar işitmiş çocuklar gibi başlarını salladılar ve dışarı çıktılar.
Çıkmadan önce Max'in sesini duydum: "Doktordan azar işitmedik demeyiz artık."
Martin güldü: "Buna değdi."
***
2 hafta sonra
Hastanede uyanmamın ardından 4 gün sonra taburcu edilmiştim. O günden beri abilerim benimle sürekli ilgileniyorlardı. Babam her zamanki gibi her şeyden habersiz dışarıda oturuyordu ama artık bu hallerinin sebebini biliyordum.
Annem hakkında gördüğüm rüyayı abilerime hemen anlatmıştım, ama bu konu üzerinde daha yeni tartışacaktık.
Martin yatağımın yanındaki koltuğa oturmuş, Max de yatağın yanına oturmuştu.
"Hazır babam dışarıdayken şu konuda bir konuşalım. Marin de bugün daha iyi hissediyor." dedi Max.
"Marin, anlattığın şey çok ciddi. Gerçek olduğuna emin misin?" dedi Martin.
"Annemizin rüya aracılığıyla iletişim kurma gücü vardı yani gerçek olması çok muhtemel. Hem daha önce de böyle bir şey yaşamışsın." dedi Max.
"Haklısın, bir de konuşma tarzı anneminkine benziyor. İnsan rüyada bu kadar her şeyle örtüşen, mantıklı bir şey göremez." dedi Martin.
"Yine de hâlâ tam emin değiliz, buna rağmen bu konuyu araştırmaya başlayabiliriz." dedim.
"Evet, kristalin lanetli olabileceğini büyük ihtimalle çok az kişi biliyor. Eğer annem sana ulaşıp bunu söylediyse bizden bu olayı çözmemizi istiyor." dedi Max, ardından ekledi.
"Öte yandan bizi böyle bir tehlikeye atar mıydı?"
"Amacının bizi tehlikeye atmak olduğunu sanmıyorum, babam o kristali evde tutuyorsa bizi kristalden en kısa zamanda kurtarıp korumak istiyor da olabilir."
"Ya da bir tek bize güveniyor." dedi Martin.
Max düşünceliydi.
"Marin, annemin bana da ulaşmaya çalıştığını söylemiştin, değil mi?"
"Evet abi. Hepimize ulaşmayı denemiş."
"Hahh... Şimdi bir şeyler yerine oturdu. Büyük ihtimalle ilk bana ya da babama ulaşmaya çalıştı."
"Tam olarak ne yerine oturdu?" diye sordu Martin.
"Şu an açıklaması zor. Ama annem büyük ihtimalle her şeyi biliyor. İçimizde neler yaşadığımızı da."
Bir sessizlik oldu. İster istemez Max'in sırrıyla ilgili bir şeyler fark ettiğini düşündüm.
"Ben daha önce babam yokken eşyalarını karıştırmayı denedim, ama bir şey bulamadım. Sanırım bunu hepimiz denedik." dedi Martin.
Hepimiz başımızı salladık. Umutsuzca her birimizin babamız hakkında bilgi aradığının farkındaydık.
"Ama bir kasa var. Şifresini bir türlü çözemedim. Ayrıca öyle güçlü bir metalden yapılmış ki kırmak imkansız. Birkaç kere kırmayı denedim ama hiçbir şekilde yamulmadı bile."
"Ben de beceremedim şifreyi kırmayı." dedi Max.
"Aynı şeyleri denemişiz ama ayrı ayrı. Şaka gibi." dedim.
"Şimdi üçümüz fikir alışverişi yapıp o kasanın şifresini tahmin etmeye çalışalım." dedi Martin.
"Bu kadar zor açılan bir kasada mutlaka değerli ve çok özel bir şey olmalı."
"Kristal orada olmasın?" deyiverdim birden.
"Ya da kristalin nerede olduğuyla ilgili birtakım bilgiler..." dedi Max.
Hepimiz düşüncelere dalmıştık.
"Sizin tanıdığınız biri var mı? Bu konularda yardım edebilecek; dedektif, ajan ya da polis tarzında." dedim.
"Polis böyle bir şeyin çılgınlık olduğunu düşünebilir. Kanıtımız yok sonuçta. Ama dedektif ve ajan iyi fikir." dedi Martin.
"Ben bulacağım." dedi Max. "Birkaç kişiyi tanıyorum, iş birliği yapacağız."
"Güzel, o zaman bu konuyu ciddi ciddi araştırmaya başlıyoruz, değil mi?" dedim.
"Evet. Ama önce yemek yiyelim. Sevdiğin kırmızı biberli köfteden yaptım." dedi Max.
Kırmızı biberli köftesi gerçekten lezzetliydi. İçinde sadece kırmızı toz biber ve kıyma olmasına rağmen tadı çok güzeldi.
"Abi, bana da öğretsene nasıl yaptığını bir ara." dedi Martin.
"Neden?"
"Kızlar yemek yapan erkeklerden çok etkileniyor. Yemek yapamadığımı söylediğimde karizmam çiziliyor."
"Pfft!"
Max ve ben gülmeye başladık, Martin şaşkın şaşkın bakıyordu.
"Dalga geçmeyin, ben ciddiyim. Hem bir yetişkin olarak artık yemek yapmayı öğrenmeliyim. Geç bile kaldım."
"Biz sana öğretiriz abiciğim." dedim Martin'in kolunu okşayarak.
İki abime de şöyle bir baktım. Tekrar eski halimize dönmüştük, umarım bundan sonra hep böyle oluruz.